Almanya’nın iki doğu eyaleti Thüringen ve Saksonya’da faşist Almanya için Alternatif (AfD) partisinin sandıklardan güçlenerek çıkması seçim öncesi yapılan anketlerin de etkisiyle hemen hiç kimse için sürpriz olmadı. Seçim sonuçlarına ilişkin tartışmalar ise hâlâ devam ediyor. Basında çıkan bazı analizlere göre, AfD’nin yanı sıra yakın zaman önce Sol Parti’den (Die Linke) ayrılan bir grup siyasetçinin kurduğu Sahra Wagenknecht Birliği’nin (BSW) de seçimlerde önemli bir siyasi aktör olarak ortaya çıkması aslında aynı zamanda ülkede güçlü bir sol partiye duyulan ‘acil ihtiyacı’ da gözler önüne seriyor.
Geçtiğimiz hafta bir yandan da Almanya basınının hem eyalet seçimlerine hem de İsrail’in 11 ayı aşkın süredir Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılara ilişkin haberler konusunda özeleştiri yaptığı bir süreç oldu. Başkentin yerel gazetelerinden biri, kamu yayıncılarını eleştirip AfD’nin Thüringen’deki başbakan adayı Björn Höcke’ye işaret ederek “Höcke ZDF için Hitler gibiyse Wagenknecht de yeni Stalin mi?” sorusunu yöneltti. Bir başka gazeteye konuşan bir Orta Doğu uzmanına göre ise Almanya basını İsrail ve Filistin’e ilişkin haberlerinde aslında çatışmanın kendisinden ziyade daha çok kendi tarihini ve kimliğini ele alıyordu.
Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es Sisi’nin Türkiye ziyaretinden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in oğulları hakkında bilinmeyenlere geçtiğimiz hafta Almanya basınına yansıyan haber ve analizlerden öne çıkan bazıları şöyleydi…
‘ALMANYA’NIN ACİLEN GÜÇLÜ BİR SOLA İHTİYACI VAR’
Sosyolog Silke van Dyk, haftalık siyaset dergisi Der Spiegel için konuk yazar olarak kaleme aldığı “Sağa kayma zamanlarında demokrasi: Almanya’nın neden acilen güçlü bir sola ihtiyacı var” başlıklı makalesinde, “BSW’nin yükselişi, pek çok sol parti seçmeninin siyasi yuvasını ortanın sağında aradığını gösteriyor” diyerek ‘sol karşıtı hegemonya, endişeli vatandaşlar ve yeni bir toplumsal temel’ konularını ele aldı. Almanya’nın sadece sağın aşırılaştığı, merkez kılığındaki diğerlerinin ise sağa yöneldiği değil, aynı zamanda sol karşıtı popülist hegemonyanın da olduğu bir dönemde olduğu gözleminde bulunan Dyk, “Ne zayıflayan Sol Parti’nin ne de hükümeti eleştiren Yeşiller Gençliği, sendikalar ya da sivil toplum inisiyatiflerinin şu anda buna karşı koyacak somut bir şeyi var. Sol Parti’nin Sahra Wagenknecht’in ayrılmasıyla umduğu kurtuluş, aslında ölümcül bir darbe haline geldi. BSW’nin hızlı yükselişi, Sol Parti tabanının bazı kısımlarının göç, toplumsal cinsiyet ve iklim politikaları konusunda yuvasını merkezin sağında bulduğunu gösteriyor” diye yazdı. Güçlü bir sola duyulan acil ihtiyaca işaret eden Dyk, “Sol karşıtı hegemonyanın ölümcül yanı, sağa kaymayı durdurmak için güçlü bir sola muhtaç olmamız” dedi. (7 Eylül)
‘HÖCKE YENİ HİTLER İSE WAGENKNECHT DE STALİN Mİ?’
Başkentin yerel gazetelerinden Berliner Zeitung ise eyalet seçimlerini farklı bir açıdan ele alarak kamu yayıncıları ARD ve ZDF’i eleştirdi. Maximilian Beer, İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıla işaret ederek “Birdenbire yeniden 1939: Höcke ZDF için Hitler gibiyse Wagenknecht de yeni Stalin mi olacak?” başlığını attığı yazısında, “Saksonya ve Thüringen’deki seçimlere kamu yayıncılarının parmak sallaması eşlik etti. ARD ve ZDF’in seçmenlere verecek dersleri vardı” yorumunu yaptı. ZDF Genel Yayın Yönetmeni Bettina Schausten’in seçim akşamı farklı şehirlerden muhabirlere bağlandığını, pek çok partiden siyasetçiyle konuştuğunu ve grafiklerle seçim analizlerine yer verdiğini anlatan Beer, “Ama Bettina Schausten’in bir adım daha ileri gitmesi gerekiyordu: Kendi görüşleri” diyerek sözlerini şöyle sürdürdü: “ZDF Genel Yayın Yönetmeni, izleyicilere 1 Eylül 1939 tarihini hatırlattı: İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasını, Polonya’ya saldırıyı… ‘Almanya tüm dünyayı acı ve ölüme boğdu; altı milyon Yahudi’yi öldürdü.’ Schausten’e göre, bundan tam 85 yıl sonra ‘Alman Thüringen eyaletinde Anayasayı Koruma Teşkilatı’na göre aşırı sağcı olduğu kanıtlanan bir parti’ en güçlü siyasi güç oluyordu. Ve bunu ‘bir faşist gibi konuşan ve kendisine faşist denilebilen bir adayla, Björn Höcke’ ile yapıyordu. ‘Buna katlanması zor’.”
Schausten’in BSW’ye işaret ederek onların da ‘otoriter bir yönetime aşikar bir sempatisi’ olduğu yorumunu yaptığını hatırlatan Beer, bunun da gazeteci için ‘katlanması zor’ göründüğünü yazdı. “Bu gerçekten katlanması zor bir durumdu: Bir kamu yayıncısının en önemli gazetecisinin kapsamlı bir habercilik yaptıktan sonra büyük bir açıklama yapması ve bunu yaparken de röportaj yaptığı kişiler hakkında kişisel olarak ne düşündüğünü ortaya koyması” diyen Beer, Schausten’in BSW’yi de AfD’nin ‘tam karşı ucunda’ konumlandırdığını belirterek, Sovyetler Birliği’nin eski liderlerinden Josef Stalin’e de atıfla, “Bu tam olarak ne demek? Höcke, Hitler; anladık. Wagenknecht de yeni Stalin mi?” diye sordu. (2 Eylül)
BASINA İSRAİL VE FİLİSTİN ELEŞTİRİSİ: ‘KONU ALMANYA DEĞİL’
Geçtiğimiz hafta Almanya basınına bir eleştiri de İsrail ve Filistin haberlerinin ele alınış tarzına yönelikti. Konuyu Die Tageszeitung (taz) gazetesine değerlendiren Orta Doğu uzmanı Tom K. Würdemann, Yahudi soykırımına (Holokost) işaret ederek Almanya basınının İsrail ve Filistin konusundaki haberlerde sıklıkla kendi tarihini ele aldığı eleştirisinde bulundu. “Burada konu Almanya değil” başlıklı röportajda görüşlerine yer verilen Würdemann, konuyla ilgili Almanya basınında çıkan haberleri takip ettiğini ama bundan çok hoşlanmadığını belirterek “Bence Almanya’da İsrail ve Filistin konusundaki haberler, çoğu zaman gerçek çatışmadan ziyade Alman iç siyasetini ve Alman kimliklerini ele alıyor” diye konuştu.
Würdemann, bu ‘Alman kimliğinin’ arkasında hangi soruların yattığı sorusunu ise şöyle yanıtladı: “Pek çok Alman için İsrail-Filistin çatışması, Almanların Yahudilere yönelik sorumluluğu meselesinin bir uzantısı gibi. Bu, Almanya’nın İsrail’le olan tarihsel dayanışması; bunda bir sorun yok. Bu, İsrailliler ve Filistinliler için barışçıl bir çözüm yerine Alman geçmişinden arınma halini aldığında sorunlu bir durum ortaya çıkıyor. Mesela şu örnekte olduğu gibi: ‘Bak, Filistinliler dedemden çok daha kötü.’ Çünkü bu Almanya ile ilgili bir konu değil; buradaki konu, iki tarafı olan trajik bir çatışma.” Almanya basınının ‘geçmişte haklı olarak tek taraflı’ İsrail karşıtı başlıklar atmakla eleştirildiğini hatırlatan uzman, eleştirilerini şöyle sürdürdü: “Mevcut savaşta ise çoğunlukla bunun tam tersini görüyorum. İsrail ordusunun basın açıklamaları sıklıkla bağlamına oturtulmadan yeniden üretiliyor. Ardından olayın arka planını kendileri araştırmıyorlar. Alman haber masalarının İngilizce medyanın aksine çoğunlukla konu hakkında iyi bir uzman bilgisi eksiği var.” (3 Eylül)
‘PUTİN’İN OĞULLARI İKİ UÇAKSAVAR SİSTEMİYLE KORUNUYOR’
Özellikle Ukrayna savaşının başladığı 24 Şubat 2022’den bu yana Almanya ana akım medyasında Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hakkında olumlu bir haber ya da yorum okumak pek de mümkün değil. Öte yandan, Putin’in hakkında çok fazla şey bilinmeyen özel hayatı Almanya basınının da ilgisini çekiyor. Dossier isimli araştırma merkezinin Putin’in iki oğlu hakkındaki çalışması Almanya basınında da yer buldu. Der Spiegel’in aktardığına göre, Putin ve ritmik jimnastikçi sevgilisi Alina Kabaeva’nın 9 yaşında İvan adında ve 5 yaşında Vladimir adında iki oğlu var. 2015 yılında İsviçre’nin Lugano kentinde doğan İvan ve 2019 yılında başkent Moskova’da doğan Vladimir, çoğu zaman Putin’in Valday’daki malikanesinde yaşıyor. Valday, Moskova’nın yaklaşık 440 kilometre kuzeyinde bulunuyor. Muhalif iş insanı Mihail Hodorkovski’nin finanse ettiği Dossier Merkezi’nin araştırmasına göre, Putin’in Valday’daki malikanesi Devlet Başkanlığı’na bağlı Federal Koruma Servisi (FSO) tarafından korunuyor. Bu bölge aynı zamanda iki uçaksavar sisteminin de koruması altında. ‘Pantsir-S1’ tipi ikinci uçaksavar sistemi ise Ukrayna savaşının başlamasının hemen ardından kurulmuş. Habere göre, malikanenin bulunduğu alana bir yol, başka trenlere kapalı bir istasyon ve toplam dört helikopter pisti ile ulaşılabiliyor.
‘KENDİ BARDAKLARINDAN BAŞKA BARDAKTAN İÇMELERİNE İZİN YOK’
İki de kızı bulunan Rusya Devlet Başkanı’nın şimdiye kadar kamuoyu önünde kabul etmediği oğullarının günlük hayatları hakkında da bilgi verilen haberde, İvan ve Vladimir’in malikanede izole bir hayat sürdüğü ifade edildi. Buna göre, iki çocuk çoğu zaman sadece aralarında bakıcılarının, özel şeflerin, öğretmen ve güvenlik görevlilerinin olduğu yetişkinlerle oynayabiliyor. Malikanede iki midillileri, tavşanları, iPad’leri bulunuyor ve anne babalarını kahvaltıdan sonra sadece akşam saatlerinde görmelerine izin veriliyor. Çocukları düzenli olarak gördüğü anlaşılan ancak adı açıklanmayan çalışanın anlattıklarına göre, çocuklar anne babalarıyla kahvaltı ettikten sonra evde eğitim başlıyor. İki çocuk da İngilizce ve Almanca öğreniyor. Öğle yemeğinden sonra ise spor yapıyorlar. Her bir çocuğun ise kendi içecek kabı bulunuyor ve başka bir kaptan ya da bardaktan bir şey içmemeleri gerekiyor. İddiaya göre, başka çocuklar ya da tanıdıkları ziyaretlerine geldiğinde iki haftalarını karantinada geçirmeleri gerekiyor. İsimleri dışında haklarında pek bilgi sahibi olunmayan iki çocuğun tam doğum tarihleri de bilinmiyor. Bu bilgiye kamusal veri tabanlarından da ulaşmak mümkün değil. Habere göre, çocuklar seyahat edecekleri zaman Rus ajanları ya da tanık koruma programındaki kişiler gibi özel pasaportlar kullanıyor. Öte yandan, Dossier, çocukları korumak adına fotoğraflarını yayınlamadığı bilgisini verdi. (5 Eylül)
‘İSTİKRARLI BİR DOSTLUĞUN DEVAMI GİBİ GÖRÜNEN ŞEY…’
Son olarak, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’nin 4 Eylül Çarşamba günü 12 yıl sonra ilk kez Türkiye’ye gelerek Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmesi ve Türkiye’nin BRICS üyeliği için resmi başvuruda bulunduğu yönündeki haberler Almanya basınında da yer buldu. Thomas Fasbender, Berliner Zeitung için kaleme aldığı analizde, “Türkiye-Mısır yakınlaşması ve iki ülkenin de BRICS’e katılması, jeopolitik açıdan çığır açıcı nitelikte bir dönüm noktasına işaret ediyor” ifadelerini kullandı. Erdoğan-Sisi ilişkisiyle ilgili olarak “İstikrarlı bir dostluğun devamı gibi görünen şey, jeopolitik bir değişimin sonucundan başka bir şey değil” gözlemine yer verilen analizde, bu durumun Avrupa için ne anlama geldiğine ilişkin ise şu değerlendirmede bulunuldu: “Türkiye-Mısır yakınlaşması ve 2024’teki BRICS genişlemesi, Ukrayna ve Gazze Şeridi’ndeki savaşlar bağlamında jeopolitik bir dönüm noktasını ortaya koyuyor. Bu, aynı zamanda Avrupa’nın önemli bir ekonomik, demografik ve ideolojik zayıflama yaşadığı bir dönemde oluyor. Bu durum, kendisini geleneksel endüstrilerin olduğu kadar siyasi merkezin tüm kıtayı kapsayan çöküşünde de ortaya koyuyor. Göç vanasını kullanarak istedikleri siyasi baskıyı uygulayabilen Fas’tan Türkiye’ye kadar Akdeniz ülkelerinin gücü hesaba katıldığında o zaman kıtanın gittikçe istikrarsız bir hal alan durumu da açıkça ortaya çıkıyor.” (5 Eylül)